23 Aralık 2007 Pazar

Yoruma Dayalı Eleştiri


“Alımlama Estetiği ya da kuramı, 1960’ların sonundan bu yana edebiyat eserlerinin anlamı ve yorumu ile ilgili olarak okurun işlevini inceleyen çeşitli kuramlara verilen genel bir addır.” ( Moran, 2004: 240)

Yoruma dayalı eleştiri yöntemi de Okur Merkezli Alılmama Estetiği çerçevesinde uygulanan bir eleştiri yöntemidir. Bu yöntemde okura önemli bir rol tanınmıştır. “Boşluklar”ın doldurulmasıyla öykü ya da romanın anlatımı tamamlanır. Yoruma dayalı eleştiri yönteminde edebi metni anlama okurun metinle söyleşisinden doğar ve gelişir. Buna bağlı olarak da Okur’un belli bir okuma birikimine sahip olması gerekir. Bunun için de okurun metni yorumlaması kendi benliğinin yorumlanışına yol açacaktır.

“Bu yöntemin temelinde şüphesiz Yapısalcılığın eserin yapısına yönelik doğrudan doğruya çözümleme yaklaşımı olmalıdır, ancak bu yöntem de tahlilin terkibe dönüştüğü noktada faaliyetine başlar. Sözgelimi Roman İngarden’in Tabakalar Kuramı’ndaki ses, sözcük, cümle, cümle grupları ardından metni anlama faaliyeti başlar. Dilbilgisel düzenle birbirine eklemlenen kelimeler ilk anda okurda bir takım anlamlar çağrıştıracak, değişik soruların sorulmasını sağlayacaktır. Bu ilk aşamadır ve sesle, sözcüklerle, cümlelerle gelen tek tek ayrıntıları ve bu ayrıntıların bakış açılarını anlamlandırmak, esasen metinde dilbilgisel, biçimsel kısaca Yapısalcılık yönteminin faaliyet alanıdır ve lüzumudur.” (Genç, 206: 310-311)

Yoruma dayalı eleştiri yöntemi ise Okur’un bireysel konumuna, kişiliğine, beğenisine, okuma deneyimine yönelir. Metindeki anlam bütününe yönelmek, metnin bağlamını, anlam düzeyini, bu düzeyin derinliğini, içerdiği anlamları, bakış açılarını ele almak, eserin alılmama faaliyetinin esasıdır. Bu durumda her okunan ve anlaşılan metin okurun hayatına bir tecrübe katmaktadır. Okur, kendisini metindeki kişilerden birisiyle özdeşleştirecek yorum sürecine bu özellikleriyle girişecektir. Metindeki kurmaca hayat, okur bilincinde somutlaşırken onun hayatında bir anlam geçerliliği kazanacaktır. “Wolfgang Iser’e göre metinde yazar her şeyi söyleyemez ve ister istemez bir takım yerlerin doldurulması okura düşer. Yazarıj okura bıraktığı bu boşluklara “boş alan” ya da “belirsizlikler” diyoruz. Bunlar basitten karmaşığa, somuttan soyuta doğru çeşit çeşittir ve özellikle basit türden olanları okur farkında olmadan doldurur, gerekli ayrıntıları ekler.” (Moran, 2004: 242 ) Örneğin, “Hasan gece caddede yürürken vitrinleri seyrediyordu.” diye bir cümle okuduğumuzda bu vitrinlerin aydınlatılmış olduğunu düşünürüz. Yazar bunu söylememiştir ama biz bu boşluğu doldururuz. Böylece metnin bütünleşmesine katkıda bulunuruz. Okurun kendi çabasıyla anlamı tamamlaması ona estetik zevk sağlar. Bir eserde her şey hazır verilirse okura yapacak bir şey kalmaz ve okur metin karşısında sıkılabilir. Aynı zamanda metne bir anlam vermek olanaksızlaşırsa da okur umutsuzluğa kapılabilir ve metni bırakabilir. 20. yüzyıla yaklaştıkça romanlarda bu belirsizlik alanlarının artış gösterdiği gözlemlenmektedir. Okurun boş alanları metnin güdümüyle doldurmasına tek anlamdan ziyade çok anlamlılık da demek gerekir; çünkü edebi metinde tek anlamdan ziyade çok anlamlılık söz konusudur. Okur, metnin bütünüyle bir uyum içinde olursa, metin her çağda, her ortamda, her okura göre değişiklik gösteren anlam zenginliğine ulaşır. Metin izlenimci hatta keyfî bir yaklaşımla yorumlanmamalı, okur aklına gelen her şeyi metne yüklememeli, okurun hareket noktası edebi metnin iç etkileşimi sağlayan dilbilgisel düzeni olmalıdır.

“Öğrenme psikolojisi araştırmaları göstermiştir ki okuyucu, okuma sırasında kendisiyle metnin aransa bağ kurabildiği noktaları öncelikle kavrar ve bunları kendine özgü bir biçimde hazmeder. Yani okuyucu, her halûkarda okuma-algılama-değerlendirme sürecinde aktiftir. Sosyalizasyon sürecinde edinilen kalıplar, ahlaki, siyasi, estetik açıdan, okumada etkili olurlar. Bir ve aynı eser, ilgi alanı farklı okuyucular tarafından farklı algılanır, kendilerine hitap eden özellikleri öncelikle değerlendirilir.” (Aytaç, 2003: 257)

Metni keyfî yorumlamak, okur merkezli yöntemler için önemli bir problem durumundadır. Örneğin Mevlana’nın Mesnevî’sine 8. yüz yıl sonrası çağlarda çok sayıda Mesnevî şerhi yazılmıştır. Bu şerhler içinde Mesnevî’nin metnini temel alan ve klasik Şerh yöntemini kullanıp eserin anlam zenginliğini ortaya çıkaranlar olduğu gibi, keyfi bir tavırla sadece kendisinin yüklediği şahsi anlamlarını açıklayanlar da olmuştur.

Post-modern düşünürler, yazarın, eserin ve okurun rollerini değiştirmişler, okur ve metni daha önemli sayarak yazarı önemsizleştirmişlerdir. “Metin artık anlam taşıyıcısı bir birim değildir onlar için, yazar ise anlamın üreticisi olma özelliğini yitirmiş, kahraman/özne ortadan kalkmış, öykü ise anlamlı/bütünsel bir örgü olmaktan çıkmıştır. Onlara göre, metnin anlam alanı sonsuz bir devinim içindedir; okur ancak metinle karşılaştığı anlam anını dizginleyebilir; o da sonsuzluk içindeki anlardan yalnızca biridir.” (Hece, 2003: 261) Post-modern bağlamda anlam okur ile metin arasındaki etkileşimden doğar. Okur neredeyse metni tekrar yaratacak iktidara sahiptir.

Yöntemin Eleştirisi

Eseri ve yazarını merkez alan yöntemlere göre; Alılmama estetikçilerin önem veridği okur’un öznelliği nasıl test edecektir?, okur’un yorumlama ölçütü nedir?, soruları cevapsız kalmaktadır. Okur’u ölçüt almak, eserin ne olduğu ile ne yaptığının (işlevi) birbirine karıştırmaktır. Gürsel Aytaç, Alımlama estetiğinin, edebiyatın da ticarî oluşunun hesaba katılması sonucu meydana geldiğini, ayrıca ticarette müşteri’nin işlevini burada, zevkleri, anlayışı beklentisi ile alımlamacı’nın (okur/incelemeci) karşıladığını belirtmektedir. Alılmamacılar bu sorunu çözmek için Deneyci (ampirik) edebiyat bilimini kurmuşlardır.

Yoruma dayalı eleştiri yöntemi ile yazınsal bir metne yaklaşmak karmaşık bir iştir. Ancak Berna Moran’ın kitabından edindiğimiz Akşit Göktürk tarafından yapılan Sait Faik’in “Hişt, Hişt” adlı öyküsünün eleştirisini örnek olarak verebiliriz. Bunu yapmadan önce öyküyü okumakta yarar görüyoruz.

HİŞT, HİŞT

Yürüyordum. Yürüdükçe de açılıyordum. Evden kızgın çıkmıştım. Belki de tıraş bıçağına sinirlenmiştim. Olur, olur! Mutlak traş bıçağına sinirlenmiş olacağım. Otların yeşil olması, denizin mavi olması, gökyüzünün bulutsuz olması, pekala bir meseledir. Kim demiş mesele değildir, diye? Budalalık! Ya yağmur yağsaydı? Ya otların yeşili mor, ya denizin mavisi kırmızı olsaydı? Olsaydı o zaman mesele olurdu, işte. Çukulata renginde bir yaprak, çağla bademi renkli bir keçi gördüm. Birisi arkamdan:
-Hişt,dedi.
Dönüp baktım. Yolun kenarındaki daha boyunu posunu almamış taze devedikenleriyle karabaşlar erik lezzetinde bana baktılar. Dişlerim kamaştı. Yolda kimsecikler yoktu. Bir evin damını, uzakta uçan bir iki kuşu, yaprakların arasından denizi gördüm. Yoluma devam ederken:
-Hişt hişt, dedi.
Dönüp bakmak istedim. Belki de çok istediğim için dönüp bakamadım. Olabilir. Gökten bir kuş hişt hişt ederek geçmiştir. Arkamdan yılan, tosbağa, bir kirpi geçmiştir. Bir böcek vardır belki hişt hişt diyen. Hişt! dedi yine. Bu sefer belki de isteksizlikten dönüp baktım çalıların arasına birisi saklanıyormuş gibi geldi bana. Yolun kenarına oturdum. Az ötemde bir eşek otluyor. Onun da rengi çağla bademi, ağzı, dişleri, kulakları boynu ne güzel. Otluyor. Otları adeta çatırdata çatırdata yiyor. Belki de bu çıtırtılı, çatırtılı sesi "hişt hişt" diye duymuşumdur. Eşeğin ot koparışının sesinden apayrı bir ses:
- Hişt hişt hişt, dedi.
Hani bazı kulağımızın dibinde çok tanıdığımız bir ses isminizi çağırıverir. Olur değil mi? Pek enderdir. Belki de kendi kafanızın içinden sizin sevdiğiniz, hatırladığınız bir ses, ses olmadan sizi çağırmıştır. Olabilir. Birdenbire güneşi, buluta benzemez garip ve sarı bir sis kapladı. Bir kirli el, çağla bademi eşeğin sırtından bir kumaş çekip aldı. Her zamanki kül rengi, yer yer havı dökülmüş eski mantosunu giydirdi eşeğe. Yola indim. İstediği kadar hişt desin. İsterse sahici sulu bir dost olsun. İsterse kimseler olmasın, kendi kendime kulağıma hişt hişt diyen bir divane olayım, ben, aldırmayacağım. Belki bir kuştur. Belki tosbağadır. Belki bir kirpidir. Belki de yakın denizden seslenen bir balık, bir canavardır. Karabataktır. Mihalaki kuşudur.
İyisi mi ben kendim hişt hişt derim. O zaman tamamı tamamına pek hişt hişt seslenişine benzemeyen, benzemesin diye uğraştığım bir mırıldanmadır, tutturdum. Birdenbire, önümde bir adamla bir kadın gördüm. Kalpazankaya yolunu sordular. Üstündesiniz dedim. Sanki yol hareket etti. Yürümediler. İki adımda benden uzaklaştılar. Koyunların arasına yüzükoyun uzanmış papazın oğlunu gördüm. Yüzünden aptal, çilli horoza benzer bir mahluk kalktı. Ağzının salyasını sildi. Kuzuyu bacaklarından tuttu. Kuzu ile yere yıkıldı. Kuzuyu burnundan öptü.
Papazın oğlu çirkin, aptal, otuzbirli bir yüzle baktı. Şimdi bir çiçek tarlasında idim. Bana hişt hişt diyen mutlak bir kuştu. Vardır böyle kuşlar. Cık cık demezler de hişt hişt derler. Kuştu kuş. Bir adam yer belliyordu. Belin demirine basıyor, kırmızıya çalan bir toprak altını, üste aktarıyordu.
- Merhaba hemşerim, dedi.
- Ooo! Merhaba! Dedim.
Tekrar işine daldı. Hişt hişt, dedim. Aldırmadı. Bir daha hişt, dedim. Yine aldırmadı. Hızlı hızlı hişt hişt hişt!
-Buyur beğim, dedi.
-Bir şey söylemedim, dedim.
Küçük parmağını kulağına soktu. Kaşıdı. Çıkarıp parmağına baktı. Belin sapına siler gibi yaptı.
- Hişt hişt, dedim.

Yüzünü göğe kaldırdı. Kuşlara baktı. Denize baktı. Dönüp şüphe ile bana baktı.
- Bu sene enginarlar nasıl? Dedim.
- İyi değil, dedi.
- Baklayı ne zaman keseceksin?
- Daha ister, dedi.
Nefes alır gibi "hişt" dedim. Yine şüphe ile denize, şüphe ile göğe, şüphe ile bana
baktı.
- Kuşlar olmalı, dedim.
- Benim de kulağıma bir hışırtı gelir amma, dedi, ne taraftan gelir? Zati bu sırada şu kulağım ağırlaştı.
- Bir yıkatmalı, dedim, benim de geçenlerde ağırlaşmıştı...
- Yıkattın mı?
- Yıkatmadım, hacet kalmadı, doktora gittim. Alıverdi; pislikmiş.
- Çocuklar nasıl? diye sordum.
- İyiler, dedi. Dokuzdu sekiz kaldı. Biliyorsun dokuzuncusunun macerasını ya...
- Sus, sus, dedim. Yürekler acısı. Haydi allahaısmarladık!
- Haydi güle güle.
Biraz uzaklaşınca:
- Hişt hişt.
Bu sefer yakaladım. Bahçıvandı. Oydu oydu.
- Hadi hadi yakaladım bu sefer seni, dedim.
- Yok vallahi, dedi, vallahi daha kesmedim bakla, senden ne diye saklayayım, parasıyla değilmi?
- Sen değil misin hişt hişt diyen?
- Ben de duyarım bir ses, amma bulamam nereden gelir?
Nereden gelirse gelsin dağlardan, kuşlardan, denizden, insandan, ottan, böcekten,
çiçekten. Gelsin de nereden gelirse gelsin! Bir hişt sesi gelmedi mi fena. Geldikten sonra yaşasın çiçekler, böcekler, insanoğulları.

Hişt hişt!
Hişt hişt!
Hişt hişt!

Söz konusu öyküde, öykü kişisi kıra yürürken kulağına ikide bir “Hişt Hişt” diye bir ses gelir ve kişi bu sesin nereden gelebileceğini düşünerek yürüyüşüne devam eder. “Hişt” çağrısı acaba bir böceğin sesi mi? Bir yılan ya da bir tilki geçmiştir belki de. Bir kuş da olabilir, ya da rastladığı bahçıvan. Adam yol boyunca çeşitli olasılıkları geçirir aklından.

Akşit Göktürk öyküdeki yabancılaştırma ilkesinden söz ettikten sonra şöyle devam ediyor:

“Hişt!” diyen kim? Okurken, biz de öykü kişisiyle, sonra bahçıvanla birlikte, arıyoruz. Bu konuda metnin doğrudan doğruya ilettiği varsayımları izliyoruz. Arkadan seslenen biri mi? Devedikenleri, karabaşlar, yapraklar mı? “Kuş mu, yılan mı, tosbağa mı, kirpi mi?” Çalılar arkasına saklanan biri mi?Eşeğin otları yerken çıkardığı se mi “Hişt”? Öykü kişisinin düştüğü zihinsel bir yanılsama mı? Balık mı, canavar mı? Öykü kişisi kendi kendine mi “hişt” diyor boyuna? Bahçıvan mı? Papazın oğlu mu? Okumamız boyunca metnin sözcükleriyle bilincimizde uyandırılan bu soruların yanıtı hep açık kalıyor. Öykü kişisi için de öyle. Bir ara kendi kendine “hişt” demeye karar vermesi daha da karmaşıklaştırıyor durumu bizim için. Öyküdeki kişi sanki vazgeçiyor “hişt” diyeni aramaktan. Bahçıvanla söyleşirken bir anda işi şakaya vuruyor bu konuda. Metinde dile getirilen bir dizi varsayımdan bir çıkarsama yapma işi okura kalıyor. Her yeni varsayım bir yanılsamaya dönüşürken arada hep işitiliyor “hişt” sesi. Varsayımların çok yönlülüğü ilgiyle okutuyor bize metni. Bunca varsayımın aracılığıyla iletilen yazar amacını, yaratıcının ön-yönelimini kestirmeye, parçalardan, bölük pörçük olasılıklardan bütünü kurmaya başladığımız an, gene algı alışkanlıklarımızın aksine, kimin seslendiğinin hiç de önemli olmadığını kavrıyoruz. Son tümcelerde de dayanak buluyor bu gözlemimiz. Bu aşamada, metnin nesnel varlığının ötesinde bütün anlamı kuşatmaya çabaladığımız an metnin bize üç kez daha art arda “hişt hişt” diyor. Okuma deneyimizin bu aşamasından sonra, bu metindeki yaşantının bizim kendi yaşantı dünyamıza yansıtılmasına sıra geliyor. Kim diyorsa diyor, ama neden “hişt” diyor? sorusunun yanıtını aramamızla da son aşamasına geliyor anlamı kuşatma çabamız. Metnin bütününde doğadan bütün canlı çevreden nasıl esrik bir sevgiyle söz edildiğini anımsayarak “hişt” yaşama sevincinin ta kendisidir diyebiliyoruz sözgelişi. Metinle, dolayısıyla da yazarla bir şeyi paylaşıyoruz. Biz de işitiyoruz “hişt” çağrısını. Metin, yeni bir deney eklemiş oluyor yaşamamıza. Metnin daha ilk anda seslenerek okuru içine çekiverdiği soru-yanıt zinciri bu deneyle noktalanıyor.

KÖPÜK

Oyun bitti ve her şey yerini buldu

Akşamla ebedi kızlar anne oldu

Aynalara bakma, aynalar fenalık

Denizi, sonsuz olanı düşün artık

Bir gün beni hatırlayabilirsin ancak

Güzelsem soyabilirsin çırılçıplak

Ordayım hep ben, orada, derinde,

Gemilerin ihtiyar köpüklerinde

Ahmet Muhip DIRANAS

İlk bakışta, şiirde üç temel anlıksal edim’i (mental act) ayırt etmek gerekiyor: Bakmak, Düşünmek, Hatırlamak. Bakmak’ın nesnesi ayna, Düşünmek’in nesnesi deniz, Hatırlamak’ın nesnesi de Ben (=Köpük)

Bakmak

Ayna

Düşünmek

Deniz

Hatırlamak

Ben (=Köpük)

Ayna

Sonlu

Deniz

Sonsuz




Bakmak

Düşünmek

Hatırlamak

Ayna

Deniz

Ben (=Köpük)



Ve

Ayna

Sonlu

Deniz

Sonsuz

“Köpük” şiirinde Ben (ya da ‘Bilinç’) Duree dolayımında Bellekle özdeşleşmektedir. Öyleyse;

KAYNAKÇA

Aytaç, Gürsel, Genel Edebiyat Bilimi, İstanbul, 2003.

Genç, İlhan, Edebiyat Bilimi Kuramlar-Akımlar-Yöntemler, İstanbul, 2006

Hece Dergisi, Eleştiri Özel Sayısı, Ankara, 2003

Moran, Berna, Edebiyat Kuramları ve Eleştiri, İstanbul, 2004

1 yorum:

egidiusgaffaney dedi ki...

Caesars Palace Casino - Mapyro
Find Casinos Near Caesars 서울특별 출장마사지 Palace 춘천 출장안마 Casino, a map showing casinos and other gaming facilities located in 안동 출장마사지 Caesars 전라북도 출장마사지 Palace Casino, near 김천 출장샵 Fremont Street