24 Aralık 2007 Pazartesi

Edebiyat - Dilin İşlevleri ve İletişim

DİLİN İŞLEVLERİ VE İLETİŞİM

İnsanların en önemli ve üstün özelliği düşünebilmesi ve muhakeme yeteneğidir. Konuşma yeteneği ve dil, insanları diğer canlılardan üstün kılan en önemli özelliği, en önemli varlığıdır. Bu bağlamda dil ve düşünce, yıllardır üzerinde tartışılan bir konu olmuştur. Bazı dilbilimcilere göre dil, düşüncenin evidir. Yani düşüncenin dış dünya ile iletişimi dil sayesinde olur. Diğer bir görüş ise kavramlar olmadan düşünce üretilememektedir. Buradan da anlaşılacağı üzere dil ve düşünce birbiriyle yakından ilişkilidir.

Dil, düşünmenin aracıdır. Düşünme işi, doğrudan dile bağlı olan bir etkinlik olduüundan düşünme olmasaydı, dil de olmazdı diyebiliriz. İnsanlar kendilerini ifade etmek için çeşitli yollara başvurular. Kendilerini ifade etmek için en çok dildeki işaretleri, sözcükleri kullanırlar. Bazen dil, daha anlatılmak isteneni bir sürecin bir parçasını söylerek anlaşılmasını da sağlayabilir. Örneğin “Havada bulutlar çok arttı.” Cümlesiyle yağmurun yağabileceği anlamı anlatılabilir. Örnekten de görebildiğimiz gibi, dil algılama sürecimizi de doğrudan etkiler fakat tamamıyle etkisi alatına hiçbir zaman alamaz. Bu yüzden dil, düşünce ile devamlı etkileşim halindedir.

Dilin işlevleri dendiğinde ise, dilin iş görme yetisi, görevi olarak algılanmaktadır. Dilin tanımı çok farklı şekillerde yapılabilmektedir. Yapılan tanımlamaların hemen hemen hepsi farklı şekillerde dile getirilseler de ortak bir noktaları vardır. Bu ortak nokta ise dilin ancak ve ancak uygun olarak kullanıldığı zaman anlamlı hale geldiğidir. Kısaca dil, manasını kullanıldığı anlamdan alan, anlamı olmadığında sözcük dizesinden öteye gidememektedir.

Dilsel iletişimde, mesajı üreten bir gönderici, bir mesaj, mesajın anlamı yani göndergesi, bir de mesajı alacak olan alıcı vardır. Göndericinin mesajının alıcı tarafından düzgün anlaşılabilmesi için alıcı ile gönderici arasında ortak bir koda ihtiyaç vardır. Bu ortak kod dil olarak karşımıza çıkmaktadır. “Mesaj gönderici ile alıcının sahip olduğu ortak bir dil aracılığıyla iletilir. Gönderge, mesajın göndermede bulunduğu durum ya da sözü edilen şeydir. (Örneğin bir göndericinin bir başkasına yazılı kod aracılığıyla Türkiye'deki işsizlik (gönderge) konusunda bir bilgi iletmesi) ilişki (kanal) bildirişim kurmaya ve bu bildirişimi sürdürmeye yarayan gönderici ile alıcı arasındaki ruhsal ve fiziksel bağdır. Türkiye'deki işsizlik konusunun bir kâğıda yazılmış olması fiziksel bir ilişkidir, oysa karşımızdakine "Günaydın! Nasılsın?" dediğimiz zaman bu ruhsal bir ilişkidir.” (Kıran, 1996:88)

İnsanoğlu, birlikte yaşamaya mecbur olan bir canlıdır. İnsanlar ihtiyaçlarını karşılayabilmek için diğer insanlar ile ortak bir takım işler yapmaya mecburdurlar. Dil, insanların biraraya gelip duygusal bağlar kuran araçlardan biridir. Dilin en önemli işlevi, birarada yaşamak zorunda olan insanlar arasında duygusal doğal ve ruhsal bağlar kumaktır. Bu bağları kurmaya yarayan dil, insan topluluklarını da birbirine yaklaştırarak millet adı verilen sosyal kurumların oluşmasını sağlar. Dil, insan gruplarının dış dünyayı algılama açısından birbirine yakınlaştırır. Ayrıca dil, topluluk içinde yaşayan insanın o toplulukta isteklerini yerine getirmesine de araç işlevi görmektedir. “... dil kullanımı bireye istediği işe girme, saygı görme, sözünü dinletme gibi isteklerine ulaşma gücü veren ya da ondan yoksun bırakan bir araç olarak işlev görmektedir” (Yağcıoğlu, 2005:3)

“Başkalarının düşünme güçlerini anlama yetimiz , bizim dilden yararlanma yeteneğimizle sınırlıdır. Boileau : “Ne olursa olsun, düşünce ile anlatım birbirlerine sıkı bağlarla bağlıdır ve dilbilimi gücü gençlerin eğitiminde üstün bir yer tutmaktadır. Dilbilimin öğrenciyi okuduğu değişik bilim dallarında yeteneklendirmesinden başka, dilbilimi, ve dil kullanımı yeteneği öğrencinin kişiliğinin gelişmesini ve onun çevresiyle ilişkilerini de etkiler. Gitgide açıkça anlaşılmaktadır ki öğrencinin ihtisaslaşmış bir konuyu anlama gücü , bir kavramı formüle edebilme ve somuttan soyuta geçebilme yeteneğinin işidir. Bu iş de dilbilimi düzeyinin geniş ölçüde bir ürünüdür. O halde, dilin anlaşılması düşüncenin anlaşılmasında da önemli bir rol oynar. İnsanlar kendi kişisel düşüncelerini anlatmak ve başkalarıyla anlaşmak isterlerse, her şeyden önce , kendi dillerinden yararlanmayı bilmelidirler.” der (Avrupa Ülkeleri Anadili Yazı öğretimi s.37) “

Dilin tek amacı bilgi aktarmak, karşıdakine bilgiyi aktarmak değildir. Bazen insanlar, söylemek istediğinin tam tersini söyleyerek, bazı bilgileri saklamak, karşısındakinin daha önceden zaten haberdar olduğu bir bilgiyi yineletmek için konuşabilir. Yani dil ile oluşturulan iletişimlerde genelde anlatmak, verilmek istenen bilginin büyük bir kısmı doğrudan verilmez, örtük olur.

Dil, kullanıldığı sürece, anlamlar yüklendiği sürece işlevler yüklenir. Dilin işlevleri, kelimelerin yapısının incelenmesiyle değil, dilin işlevsel olarak kullanılmasıyla sağlanır. Dilin işlevinin sağlanması, dili kullanarak birilerine bir eylem yaptırmak veya bir eylemde bulunmak ile olur. Dilin işlevleri, toplumbilimciler, dilbilimciler tarafından farklı şekillerde kategorilendirilmektedir. “... İngiliz dilbilimci Halliday’e göre dilin üç temel işlevi bulunmaktadır (a. Düşünsel İşlev b. Kişilerarası İşlev c. Metinsel İşlev). Yine başka bir ingiliz dilbilimci Lyons dilin üç değişik işlevinden söz eder (a. Betimleyici İşlev, b. Anlatım İşlevi, c. Toplumsal İşlev). Budunbilimci Malinowski’ye göre dilin iki temel işlevi vardır (a. Edimsel İşlev b. Törensel İşlev). Karl Bührer ise kültür açısından dilin üç değişik işlevinden söz açar. (a.Anlatım İşlevi, b. Çağrı İşlevi, c. Betimleyici İşlev) Britton da dilin üç temel işlevine dikkati çeker (a. Belgesel İşlevi, b. Yazınsal İşlevi, c. Anlatım İşlevi). Jakobson dilin işlevlerini altı ana başllıkta toplar (a. Anlatım İşlevi, b. Çağrı İşlevi, c. İlişki İşlevi, d. Betimleme İşlevi, e. Üstdil İşlevi, f. Yazınsal İşlev).” (Kılıç, 2002:32)

Çok farklı şekillerde kategorilendirilen dilin işlevlerini, ortak paydada toplamak istersek altı ana maddeden söz edebiliriz. İletişimde gönderici, alıcı, ileti, bağlam, kanal, iletilen objenin ve şifre durumundaki dilin yer aldığı belirtilir. Eğer ileti dilin göndergeyi olduğu gibi ifade diyorsa göndergesel işlev, ileti göndericinin konu hakkında heyacvanı, duygu ve düşüncelerinie aktarmak amacı güdüyorsa heyecana bağlı işlev, ileti alıcıyı eyleme başlama, harekete geçirmek niyeti taşıyorsa alıcıyı harekete geçirme işlevi, ileti kanalın iletiyi iletmeye uygunluğunu sınıyorsa kanalı kontrol işlev, ileti dil ile bilgi vermeyi amaçlıyorsa dil ötesi işlev ve iletinin iletisi kendinde saklı ise şiirsel işlev olarak sınıflandırılır. Dilin bu farklı sınıflandırılmış işlevleri, edebi metinlerde bir arada kullanılabilinir.

Göndergesel İşlev

Göndergesel işlev, dilin göndergeyi olduğu şekilde ifade etmek için düzenlenmesi ve oluşturulmasıdır. Göndergesel işlev, dilde bilgi verme işlevini yerine getirir. Bilgi verme işleminde amaç, doğru, nesnel ve ölçülebilir bilgi vermek olmalıdır. Örneğin kullanım kitapçıklarında, nesnel anlatımlarında, makalelerde, özetlerde, betimlemelerde, her türlü yazılı mesajda dil göndergesel işlevinde kullanılır. Bu işleve aynı zamanda gündelik yaşamda en çok kullanılan işlevdir. Göndergesellik işlevi dilin en temel işlevidir ve bilgiyi alıcıya iletmeye yarar. Bu işlev, mesajın konusu ile gönderge arasındaki ilişkleri açıklar. Bu işlev, oldukça nesnel, duygusallıktan uzak, tarafsız bir şekilde bir konuyu iletir.

“Adların yerini tutan sözcüklere adıl denir.”, “Türkiye Cumhuriyeti, dmeokrasiyle yönetilir.”, “Monitor bilgisayarın ana elemanlarından biridir.” cümlelerinde de görüldüğü gibi, dil anlatılmak istenileni olduğu gibi anlatır.

Heyecana Bağlı İşlev

Heyecana bağlı işlev, iletinin, göndericinin o konudaki duygularını, heyecanlarını aktarmak ve anlatmak amacıyla kurulmasıyla oluşur. Bu işlev, göndericinin ileti hakkındaki duygusunu, kendi iletisine karşı tutumunu belirtir. Dilin bu işlevi sayesinde insanın dıuyguları, üzüntüleri, mutlulukları, heyecanları, korkuları, sevinçleri dile getirilir. Dilin göndergesellik işlevinde ne kadar nesnellik haklimse, heyecana bağlı işlevde de öznellik hakimdir. Bu işlev, mesajı gönderen ile arasındaki ilişkileri açıklar. Heyecana bağlı işlev, anlatanın duygu ve düşüncelerini anlatan konuşucuya yönelik bir işlevdir. Bu işlev, göndergesel işlevi ile oldukça zıttır. Göndergesellik işlevi nesnel ve bilimsel iken heyecana bağlı işlev ise duygusal ve kişiseldir.

Heyecana bağlı işlev, günlük yaşantımızda, mimiklerimizde, jestlerimizde, şiirlerde, eleştiri yazılarında, denemelerde, mektuplarda, kişisel duyguları, heyecanları, korkuları, sevinçleri, yargıları anlatmada sıkça yararlanılan bir işlevdir.

“Ben böyle bir teklifi asla kabul etmezdim”, “Yaptığın hareket tamamen yanlıştı, düzeltmen gerekir.” cümlelerinde dil göndericinin duygu ve heyecanını dile getirmek amacıyla kullanıldığından, heyecan bildirme işlevinde kullanılmıştır.

Alıcıyı Harekete Geçirme İşlevi

Bu işlev, alıcıyı hareket geçirme amacı taşımaktadır. Alıcıyı harekete geçirme işlevinde ileti, çağrı işlevi taşımaktadır ve iletinin alıcısında bir davranış ve tepki değişikliği yaratır. Siyaysi partilerin propogandaları, reklamlarda kullanılan iletiler, ilanlar, ant içme törenleri, resmi mektuplar, raporlar genelde bu işlev ile oluşturulur. Bu işlev ile hazırlanan metinlerde gönderici, ileti alıcısını işin içine sokmayı, onu sorgulamayı ister. Bu işlev, mesaj ile alıcı arasındaki ilişkileri açıklar ve gönderici dili alıcıyı etkileyip harekete geçirmek amacıyla kullanılır. Bu işleve dilin yaptırma işlevi, çağrı işlevi de denir. Bu işlevde amaç, insanları etkileyerek insanların davranışlarını etkilemek, insanlara birşeyler yaptırmaktır.

"Herkes üçerli sıra olsun" cümlesinde dil alıcıda bir etki uyandırması onun bir işi yapmasını sağlamak amacıyla kullanıldıgından alıcıyı harekete geçirme işlevinde kullanılmıştır.

Kanalı Kontrol İşlevi

Kullanılan iletiler kullanılan kanalın ileti iletmeye uygun olup olmadığını öğrenmek için düzenlenmişse dil, kanalı kontrol işlevinde kullanılmıştır denir. Bu işlevde iletinin içeriğinden çok gönderici ile alıcı arasında kurulan iletişimin sürdürülmesi ağır basar. İletişimin kurulabilmesi, devam ettirilmesi veya kesilmesi bu işlevler sağlanmaktadır. Bu işlev daha çok törenlerde, nutuklarda, önemli konuşmalarda sıklıkla kullanılır.

Bu işlev, bir bilgi iletmekten ziyade konuşan ile dinleyen arasında bir ilişki kurup bu ilişkiyi sürdürmek amacını taşır. Bu işlev ayrıca reklamcılıkda da oldukça sık kullanılır. Buradaki ilk amaç alıcının dikkatini çekmek daha sonra da kurulan ilişkiyi devam ettirmektir. Kanalı kontrol işlevi ile alıcının konuya ilgi duyması sağlanır, meraklandırılır. Kanal kurulduktan sonra ise reklamı yapılmak istenen mal hakkında bilgi verilmeye başlanır.

“Söylediklerime inanıyor musun?” cümlesinde dil, iletişim kanallarını denetlemek için kullanıldığından kanalı kontrol işlevinde kullanılmıştır.

Dil Ötesi (Üst Dil) İşlevi

Dil ötesi işlevi, iletinin dille ilgili bilgi vermek amacıyla düzenlenmesi ile kullanılır. Bu işlevde iletiler, dille ilgili bilgi veren, dili açıklayan iletilerdir. Dil ötesi işlev daha çok bilimsel metinlerde, derslerde, öğretme amaçlı konuşmalarda, sözlüklerde, dilbilgisi kitaplarında kullanılır. “Yani, demek istiyorum ki, bir başka deyişle, ...” gibi sözcüklerde dil ötesi işlevin kullanıldığı görülebilir. Bu işlevin amacı, dinleyicinin anlayamadığı göstergelerin anlamını açıklamaktır. Konuşucu, dili kullanarak dilden söz eder, dilde anlaşılamayan kısımları dil kullanarak açıklar. Temel amacı, “Devrik cümlelerde yüklem sonda bulunmaz.” , “Çoğul ekleri çekim ekleridir.” cümlelerinden de anlaşılacağı gibi dili açıklamaktır. Bu işleve sahip mesajlar aynı zamanda göndergesellik işlevi veya harekete geçirme işlevi de içerebilir. Bu da bize mesajların çeşitliliğini bize açıklar.

Dil ötesi işlev sadece derslerde, bilimsel metinlerde kullanılmaz, günlük yaşamda da sıkça bu işleve başvurulur. Günlük yaşamda da başka bir iletiyi açıklamak o ileti hakkında bilgi vermek amacıyla düzenlenen iletiler dil ötesi işlevde kullanılır. “Yemekten sonra masa toplanır” cümlesinde yaşam stilini anlatmak için, “Sıfatlar adlardan önce kullanılır” cümlesinde ise dilbilgisi kurallarını anlatmak için kullanıldığından dil ötesi işlevinde kullanılmıştır.

Şiirsel (Sanatsal) İşlev

Dil, sanatsal işlevde kullanıldığında iletinin anlatmak istediği iletinin kendisinde olur. Yani ileti, kendisi dışında herhangi bir ifade içermez. Anlatılmak istenen iletinin kendisidir. Sanatsal işlev, lirik anlatılarda ve şiirlerde kullanılır.

Sanatsal metinler, kendisinden başka bir anlamı ifade etmek için kurgulanmamışlardır. Şiirin gerçeği kendisindedir. Bu işlevin kullanıldığı metinlerde alıcıda uyandıırlmak istenen hisler ve etkiler, dilin istenildiği gibi kullanılması ile sağlanır. Dil, istenildiği gibi kullanıldığında ise, diliin kişiye özgün bir şekilde kullanılmasıyla olur ki buda bir anlamda dilin yeniden yaratılması ile olur.

Bu işlev sadece şiirde, edebiyatta kullanılmaz, dili kullanan tüm kişiler bu işlevi kullanabilir. Edebiyatta, yazarlar insanları etkileyebilmek için dili istediği gibi kullanır.

Şiirsel işlev en çok edebi metinlerde kullanılır. Bu metinlerde çağrışım gücü yüksek söcükler, karşılaştırmalar, edebi sanatlar kullanılır ve söcüklere mecaz ve yan anlamlar yüklenir.

ÜÇ DİL

En azından üç dil bileceksin

En azından düşünüp rüya göreceksin

En azından üç dil

Birisi anadilin

Elin ayağın kadar senin

Ana sütü gibi tatlı

Ana sütü gibi bedava

Ninniler, masallar, küfürler de caba

Ötekiler yedi kat yabancı

Her kelime aslan ağzında

Kök sökercesine söküp çıkaracaksın

Her kelimede bir tuğla boyu yükselecek

Her kelimede bir kat daha artacaksın

En azından üç dil bileceksin

En azından üç dilde

Canımın içi demesini

Canım ağzıma geldi demesini

Kırmızı gülün alı var demesini

Nerden ince ise ordan kopsun demesini

Keçiyi yardan uçuran bir tutam ottur demesini

İnsanın insanı sömürmesini

Rezilliğin dik alası demesini

Ne demesi be

Gümbür gümbür gümbürdemesini becereceksin…”

Bedri Rahmi Eyüboğlu

Şiirsel işlev, dilin diğer işlevleri düzlemine günlük hayatta oturtulduğundan çoğu kez görmezden gelinmektedir çünkü günlük hayatta dil, bildirişim amaçlı kullanılır, yan anlamlardan uzaklaştırılmıştır. Günlük hayatta mesaj yan anlamlarla donanmış olsa da insanlar genellikle dolaylı değil de dolaysız anlamı üzerine yoğunlaşır.Mehmet Aydınkal bir makalesinde bunu “... bağlamından kopartılmış ” eğitim şart! “ sözcesi kendi anlamsal katmanında sadece bir yargı ortaya koymanın ya da koşullamanın ifadesi olup düpedüz bildirişim odaklı bir sözcedir. Böyle bir sözcede zeka kırıntısı aramak ya da sanatsal bir içerik sorgulamak nafiledir. Ama kurgulanmış bir düşüncenin ardışık sözcelerle birbirleriyle mantıksal bağlantı dahilinde anlamını aşan bir incelikte kullanıldığında iş değişir. Bağlam dışıyken son derece sıradan olan o sözce bağlam içinde son derece zeki, yaratıcı ve hedeflediği düşünceyi tam on ikiden vuran bir sözce olarak kendini gösterir ve hatta sloganlaşır. Çünkü artık dilin salt iletişim boyutu değil, sanatsal boyutu da devrededir.” (Aydınkal)

Dilin işlevleri, toplumsal ve sosyal etkileri ve önemi nedeniyle eğitim öğretimde mutlaka üzerinde önemli durulması gereken bir konu olarak karşımıza çıkmaktadır. Dililn işlevlerini öğrenmiş bir toplum, bilinçlenme, kendini düzgün ifade edebilme, dili koruma ile ilgili önemli bir adım atmış olur. Bu yüzden öğrencilerin okullarda dilin işlevlerini örneklendirerek, her işlev üzerinde ayrı ayrı önemle durularak, ezberlemenkten çok özümsenmesinin ve benimsenmesinin gerektiği bir konudur. Öğrencilerimize dil ve işlevleri konusunda her konuda örnekler vermek ve öğretmek, derslerde iletişimde kullanılan cümlelerde, mesajlarda işlevlerin içiçe nasıl geçebildiğini de verebilmek gerekmektedir. Sağlıklı ve güçlü toplumlar, dillerin güçlü olduğu kadar güçlüdürler.


KAYNAKÇA

Yağcıoğlu, S. (2005), Dil Asla Masum Değildir, Sosyal Bilimler Enstitüsü Degisi, Cilt 7, Sayı:2, İzmir

Kıran, Z. (1996). Dilbilim Akımları, Onur yayınları, Şubat 1996, s:88-99

Kılıç, V. (2002). Dilin İşlevleri ve İletişim, Papatya Yayıncılık, İstanbul

Aydınkal, M. (2005). Sanatsal Yaratı Bağlamında Şiirin Zeka Katsayısı, http://www.askinehali.com/sayi8/sanatsalybszk.htm, (10 Aralık 2007)

23 Aralık 2007 Pazar

Şiir İncelemesi: Hikâye, Cahit Külebi

Hikâye

Senin dudakların pembe
Ellerin beyaz
Al tut ellerimi bebek
Tut biraz!

Benim doğduğum köylerde
Ceviz ağaçları yoktu,
Ben bu yüzden serinliğe hasretim
Okşa biraz!

Benim doğduğum köylerde
Buğday tarlaları yoktu,
Dağıt saçlarını bebek
Savur biraz!

Benim doğduğum köyleri
Akşamları eşkıyalar basardı,
Ben bu yüzden yalnızlığı hiç sevmem
Konuş biraz!

Benim doğduğum köylerde
Kuzey rüzgârları eserdi
Hep bu yüzden dudaklarım çatlaktır
Öp biraz!

Sen Türkiye gibi aydınlık ve güzelsin!
Benim doğduğum köyler de güzeldi.
Sen de anlat doğduğun yerleri,
Anlat biraz!*


1-İÇERİK-KONU:

Cahit Külebi “Hikâye” adlı şiirinde aşk ve yurt sevgisini yalın ve içten bir dille bir arada vermiştir.

Mehmet Kaplan, Cahit Külebi için şunları söylemiştir: “Ben ona inanıyorum ki, Anadolu’yu, çocukları bu topraklarla karışmış, şehre geldikten sonra yüksek kültür edinmekle beraber ilk yaşantılarını kaybetmemiş sanatkârlar anlatabilirler. Cahit Külebi, bunu başaran nadir şairlerden biridir.” (Kaplan, 2005; 248–249)

Gerçekten de Cahit Külebi çocukluğunun geçtiği köyünü aşkıyla bağdaştırırken doğduğu, büyüdüğü yerlere olan sevgisini belirgin şekilde hissettirmektedir.

Mahir Ünlü ve Ömer Özcan, Cahit Külebi’nin ilk şiirini yayımladığından bu yana yazınsal kişiliğini bulmuş şairlerimizden olduğunu belirtmiş; şiirlerindeki biçimin, temaların, duygu düşüncelerin, dil ve söyleyişin hep kendine özgü olduğunu söylemişlerdir. Şiirlerinin sevilmesini bu kendine özgülüğün Anadolu insanının özelliklerine, istemine uygun düşmesine bağlamışlardır. Külebi’nin temalarının, yaşamındaki, çevresindeki doğadan, insan yaşamından, toplumsal konulardan esintiler olduğunu söyleyip bunların onun duyarlı düşünceleriyle; yalın, duru, lirik ve içten söyleyişiyle bütünleşerek şiirleştiklerini belirtmişlerdir. (Ünlü-Özcan, 1991; 446)

Cahit Külebi’nin incelemekte olduğumuz “Hikâye” adlı şiirinde bu özelliklerin tümünü görmekteyiz.

Şimdi şiiri tek tek dörtlükler hâlinde inceleyelim:

Birinci dörtlükte şair sevdiği kadının fiziksel özelliklerini vermekte ve ona “bebek” sözcüğü ile hitab ederken, sevgilisinden ellerini tutmasını istemektedir. Sevgilisi pembe dudakları ve beyaz teniyle güzel bir bayanı düşündürmektedir. “Hikâye şiiri, ilk dörtlüğü dışındaki her dörtlükte, özlemi çekilen, yokluğu hissedilen şeylerin anıldığı, bu eksikliklerle şairin istekleri arasındaki karşıtlığın ortaya konduğu bir metin olarak karşıtlıklar yoluyla şairin özleminin anlatımını güçlendirmektedir.” (Aksan, 2004; 113)

Şiirin ikinci dörtlüğünde karşıtlıklar yoluyla şair sevgilisinden kendisini okşamasını; yani sevgi, şefkat göstermesini istemektedir. Ceviz ağaçları genellikle serin ve sulu yerlerde yetişir. Şair doğduğu köyde ceviz ağaçlarının olmadığını; bu yüzden de serinliğe hasret kaldığını söylerken, sevgilisinden gelecek ilginin onu serinleteceğini, ferahlatacağını belirtmektedir.

Şiirin üçüncü bölümünde ise, şair köyünde buğday tarlalarının olmadığını belirtip, devamında sevgilisinden saçlarını savurmasını istemektedir. Buğday ile saçlar arasında bağlantı kurulunca da sevgilinin diğer bir fiziksel özelliği; yani sarı saçları ortaya çıkmaktadır.

Şiirin dördüncü bölümünde şair doğduğu köyleri akşamları eşkıyaların bastığını; bu yüzden de yalnızlığı hiç sevmediğini belirtmektedir. Böylece “eşkıya” sözcüğü ile “yalnızlık” arasında bağlantı kurmakta ve sevgilisinin sesini, sevgi dolu sözlerini duymak istediğini belirtmektedir.

Doğan Aksan şiirin bu dörtlüğü için şunları söylemektedir: Dördüncü dörtlükte eşkıya sözcüğünün korku, tedirginlik, zorbalık gibi duygu değerlerinden yararlanılmış, yalnızlık’ın getirdiği karamsarlık anımsatılmış, sevgilinin konuşmasının yaratacağı mutluluk, dolaylı yoldan dile getirilmiştir. (Aksan, 2004; 113)

Mehmet Yardımcı, Cahit Külebi’nin Küçük yaşta Sivas'a, Bursa'ya, İstanbul'a tahsil için gidip aile ocağından uzak kalışının onun içine işlediğini belirtmiştir.1

“Külebi, büyük şehirde olmasına rağmen, köyünden kopmamış aydınlardandır. Anadolu köylerindeki yaşayışları kâh çocukluk anıları halinde, kâh bir aydının bakışıyla yazılmıştır. Bu hayat tecrübesi ve görerek yazma niteliği onun şiirine buruk, sıcak bir gerçeklik katmaktadır.”(Kabaklı, 1966; 492) Beşinci dörtlükte de şair doğduğu köylerdeki insanların gülemediklerini; bu yüzden zavallı, çaresiz bir insan olduğunu söylemektedir. Burada Anadolu insanının zor koşulları sezdirilirken, şairin çaresizliğinin sevgilisinin gülümsemesi ile geçebileceği belirtilmektedir.

Mehmet Kaplan, Cahit Külebi için şunları söylemektedir: “Cahit Külebi’nin diğer şiirlerinde de insanı bıktırmayan, oldukça serbest, fakat yine de kendisini hissettiren bir dil musikisi vardır. Bu bakımda o, toprağı ve insanı ile kaynaştığı Anadolu halk şairlerine, asla taklit intibaı uyandırmaksızın yaklaşır. Onun için, şehre gelmiş, okumuş fakat doğduğu memleketin havasını kaybetmeden yeni ve güzel bir şiire ulaşmış bir şair demek hiç de yanlış olmaz. Şiirlerinin çoğunda Anadolu toprağından gelen bir ses, bir koku, bir renk ve bir ruh vardır.” (Kaplan, 2005; 247)

Şiirin bu dörtlüğünde de Anadolu toprağından gelen sese, kokuya, renge ve ruha rastlamaktayız.

Şair, altıncı dörtlükte sevgilisinden köyünde esen kuzey rüzgârları yüzünden çatlayan dudaklarını öpmesini istemektedir.

Külebi, dıştan Anadolu gerçeğini, Anadolu insanının ezilmişliğini anlatmaya kalkmamış; içinden çıktığı toplumun yaşamını, insancıl duygularla yoğrulan kendini anlatmıştır. Zaten "Şair doğrudan doğruya kendi dünyasına girmelidir. Kendi dünyasına giremezse, yazdığı şiirlerin niteliğinde düşüşler olur." diyen Külebi şiiri kendini anlatmak saymaktadır. Çünkü insanın en iyi tanıdık kimse yine kendisidir. Öyleyse ozanın kendini anlatması ve şiiri kendini anlatmak sayması doğaldır. Sanatçı da içinde yaşadığı toplumun bir parçasıdır ve o toplumun izlerini taşır. Dolayısıyla ozan kendini anlatırken başkalarını, başkalarını anlatırken de kendini anlatmış olur.2

Şiirin yedinci ve son dörtlüğünde ise, şair sevgilisinin Türkiye gibi aydınlık ve güzel olduğunu, doğduğu köylerin de aynı güzelliğe sahip olduğunu belirtmektedir. Burada şairin vatanına duyduğu sevginin ve bağlılığının boyutu anlaşılmaktadır. Şair vatan sevgisini dile getirirken sevgilisinin de doğduğu yerleri anlatmasını istemektedir.

Doğan Aksan, “Hikâye” şiirinin konusu için şu yorumu yapmaktadır: “Hikâye şiiri, Anadolu’nun güçlüklerle, yokluklarla dolu bir köyünde doğmuş bir insanın sevilen, beğenilen, istenen kadının karşısındaki duygularını büyük bir içtenlikle dile getirmekte, bir yandan yurdunu, doğduğu yerleri etkili bir anlatımla betimlerken bir yandan da ilgiye, sevgiye susamış bir köy çocuğunun ezikliğini yansıtmaktadır.” (Aksan, 2004; 111)

Mehmet Yardımcı da bu şiir için benzer bir yorumda bulunmaktadır: “Cahit Külebi “Benim doğduğum köylerde” derken, tüm Anadolu köylerinin gereksinimlerini, akşamları eşkıyaların basmasını, gülmesini unutmuş insanları, bıçak gibi esen rüzgârlarda Sivas yollarındaki kağnı gıcırtısını ve sürücüleri, buğday tarlaları bile olmayan köylüleri yumuşak bir dil ve anlatı ile ama tüm yalınlığıyla önümüze koymaktadır.”3

2)SUNULUŞ:

Ağırlıklı Öğeler:

Lirizm:

Cahit Külebi’nin bu şiiri, lirizmin çeşitli öğelerini içermekte, bir lirik şiir özelliği taşımaktadır. Bu özellikler, süsten, yapmacıktan uzak, içten anlatımı, özgünlüğü, az sözle çok şey anlatabilmesi ve konuşulan dilden yararlanması olarak yorumlanabilir. Doğan Aksan lirizmi şu şekilde tanımlamaktadır: “Yazında, özellikle şiirde lirizm, sanatçının güçlü ve bütünüyle kendine özgü duygularını, tutkularını, özlemlerini, zihninde oluşan imgeleri tam bir içtenlik ve yalınlıkla, doğal bir anlatımla dile getirdiği, kısa, coşkulu, özlü sözlerle aktardığı yapıtların özelliğidir.”(Aksan, 2004; 25)

Anlatım, Yinelemeler:

Ozan çoktur Türkiye'de. Çoktur ama, durup durup da okunan, yeniliğini yitirmeyen ozan çok azdır. İşte bu azlardan biri de Külebi'dir. Bu durum bizde bir soru uyandırmaktadır: Külebi’nin şiirlerini sevdiren sır nedir? Bize göre bu sır Külebi'nin dili ve tatlı anlatımıdır. Anadolu insanı türküyü çok sever. Bahçede, tarlada, harmanda hep yanık türküler söyler. Bunlarla yoğrulur. Çocuğunun ninnisi çoğu kez anasının yanık ezgisi olur. İşte Külebi'nin dili Anadolu insanının bağrında elif elif tüten bir türkü, gerçekten bir türkü dilidir.”4

Behçet Necatigil, Cahit Külebi”nin aydın bir saz şairi içtenliğiyle, bir Karacaoğlan rahatlığı ve temiz bir dil ile, zaman zaman kötümser, güvensiz, kendi türküsünü söylediğini belirtmektedir. (Necatigil, 1993; 208) Külebi bu şiirinde anlatımının temizliği ve akıcılığı ile dikkat çekmektedir. Çocukluk günlerinin izleri, aşkı bu başarılı anlatım ile birleşince ortaya böyle unutulmaz bir eser ortaya çıkmaktadır.

“Cahit Külebi çağdaş Türk şairleri arasında yineleme çeşitlerini en çok kullanan şair olarak göze çarpmaktadır. Bu özellik, onun şiirlerinin anılmasını kolaylaştırmakta, onu halk şiirine en yakın çağdaş bir ozan yapmaktadır.” (Özünlü, 2001; 129)

Cahit Külebi’nin bu şiirinde de başarıyla kullanılmış yinelemelere rastlamaktayız. Şiirin birinci ve son dörtlüğü dışında bütün dörtlükleri “benim doğduğum köylerde” dizesiyle başlamıştır. Ünsal Özünlü bu özelliği nedeniyle “Hikâye” şiirini tüm dizesi önyineleme olan şiirler arasında göstermiştir.

“Külebi’nin şiirinde yalnızca tek sözcükle yapılan ardyinelemeler çoktur. Ardyinelemeler kendilerinden önce ya da sonra değişen bir başka sözcükle yinelendiği zaman anılması kolay bileşimler ortaya çıkarırlar. Hikâye şiirinin bölüklerinin her son dizesindeki yinelemeler aşağıdaki gibi gösterilebilir:

tut

okşa

savur

konuş + biraz

gül

öp

anlat “(Özünlü, 2001; 136)

Şiirin ikinci ve üçüncü dörtlüğündeki ikinci mısralarda tekrarlanan “yoktu” sözcüğü de özel bir ritim sağlamaktadır. Hüseyin Tuncer; şiirde seslerin müzikalitesinin, dalgalar halinde yayılmasının ritme bağlı olduğunu belirtmektedir. (Tuncer, 1999; 145)

Uzak Çağrışımlar:

Şair, şiirinin anlatımını ve anlamını uzak çağrışımlar yoluyla daha da güçlendirmektedir. Ceviz ağaçları yoluyla serinliği, buğday tarlaları yoluyla sarı saçları, eşkıyalar yoluyla yalnızlığı anlatmış; böylece şiirinin dilini güçlendirici bir renk vermiştir.

Doğan Aksan şairin doğduğu köylerde buğday tarlalarının bulunmadığı söylendikten sonra “Dağıt saçlarını bebek/savur biraz” dizelerinin gelmesinin, bir metinde, sözceler arasındaki bağlantıyı sağlayan gönderimin eksikliğine karşın bir çeşit motif bağlantısı ile dizelerinin içeriğini birbirleriyle bütünleştirdiğini belirtmektedir. (Aksan, 2004; 112)

Ses Öğeleri:

“Cahit Külebi birçok sanatçıdan farklı olarak içerikle biçimi birbirinden ayrı düşünmemektedir. Biçim ve içeriğin bir araya gelmesi ile şiirin yapısının oluştuğu görüşündedir. Ona göre bütün sanat ürünlerinde içerik de biçim de birer ilk öğe konumundadır.”5

Şairimiz bu şiirinde de biçim ve içeriği başarılı bir şekilde bir araya getirmiştir. Şiir hece ölçüsü ile yazılmış değildir. Yinelemelerin de etkisiyle sekiz heceli dizeler ağırlıktadır. Aynı hece sayısındaki dizelerle belli bir ritim oluştuğu söylenebilir.

“Şiirlerinin çoğunu dörtlüklerle yazan Külebi, uyak araştırmalarına da girişmiş; değişik biçimler ve dizeler arasında, değişik uyak düzenleri kurmuştur. En çok kullandığı uyak biçimi ise tam uyaktır.”6 Şiirin birinci dörtlüğünde “beyaz – biraz” sözcükleri arasında tam uyak vardır. Birinci dörtlüğün dışındaki her dörtlüğün ikinci dizelerinde geçen “yoktu – basardı – bilmezdi – eserdi – güzeldi” sözcüklerindeki “di” geçmiş zaman ekleri ise rediftir.

Konu Bütünlüğü:

Şiir, baştan sonuna kadar bir konu bütünlüğü ortaya koymakta, bir metin özelliği göstermektedir. Şairin sevdiğine karşı hissettikleriyle vatanına duyduğu sevgi bir bütünlük içerisinde okuyucuya verilmektedir.

Sonuç olarak; “Hikâye” şiiri, yinelemelerden gelen melodisi, uzak çağrışımları, konuşulan dilden yararlanması ve içtenlik taşıyan özlü bir anlatıma sahip olması bakımından özgün bir şiir örneğidir.

KAYNAKÇA

AKSAN, Doğan, Cumhuriyet Döneminden Bugüne Örneklerle Şiir Çözümlemeleri, Bilgi Yayınevi, Ank., 2004

KABAKLI, Ahmet, Türk Edebiyatı, Cilt 3, Türkiye Yayınevi, İst., 1966

KAPLAN, Mehmet, Şiir Tahlilleri 2, Dergâh Yayınları, İst., 2005

NECATİGİL, Behçet, Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü, Varlık Yayınları, 15.Basım, İst., 1993

ÖZÜNLÜ, Ünsal, Edebiyatta Dil Kullanımları, Multilingual, İst., 2001

TUNCER, Hüseyin, Edebiyat Araştırma ve İncelemeleri, Akademi Kitabevi, İzmir, 1999

ÜNLÜ, Mahir, ÖZCAN, Ömer, 20. Yüzyıl Türk Edebiyatı 4, İnkılâp Kitabevi, İst., 1991

YARDIMCI, Mehmet, Şiirini Halk Şiirinin Gür Kaynağından Besleyen Cahit Külebi ve Şiir Dünyası, http://members.lycos.co.uk/zilem



* Doğan AKSAN, Cumhuriyet Döneminden Bugüne Örneklerle Şiir Çözümlemeleri, İst., 2004, s.110

1 Dr. Mehmet YARDIMCI, Şiirini Halk Şiirinin Gür Kaynağından Besleyen Cahit Külebi ve Şiir Dünyası

2 -------------------------------, Şiirini Halk Şiirinin Gür Kaynağından Besleyen Cahit Külebi ve Şiir Dünyası

3 Dr. Mehmet YARDIMCI, Şiirini Halk Şiirinin Gür Kaynağından Besleyen Cahit Külebi ve Şiir Dünyası

4 Dr. Mehmet YARDIMCI, Şiirini Halk Şiirinin Gür Kaynağından Besleyen Cahit Külebi ve Şiir Dünyası

5 Dr. Mehmet YARDIMCI, Şiirini Halk Şiirinin Gür Kaynağından Besleyen Cahit Külebi ve Şiir Dünyası

6 ------------------------------, Şiirini Halk Şiirinin Gür Kaynağından Besleyen Cahit Külebi ve Şiir Dünyası

Yoruma Dayalı Eleştiri


“Alımlama Estetiği ya da kuramı, 1960’ların sonundan bu yana edebiyat eserlerinin anlamı ve yorumu ile ilgili olarak okurun işlevini inceleyen çeşitli kuramlara verilen genel bir addır.” ( Moran, 2004: 240)

Yoruma dayalı eleştiri yöntemi de Okur Merkezli Alılmama Estetiği çerçevesinde uygulanan bir eleştiri yöntemidir. Bu yöntemde okura önemli bir rol tanınmıştır. “Boşluklar”ın doldurulmasıyla öykü ya da romanın anlatımı tamamlanır. Yoruma dayalı eleştiri yönteminde edebi metni anlama okurun metinle söyleşisinden doğar ve gelişir. Buna bağlı olarak da Okur’un belli bir okuma birikimine sahip olması gerekir. Bunun için de okurun metni yorumlaması kendi benliğinin yorumlanışına yol açacaktır.

“Bu yöntemin temelinde şüphesiz Yapısalcılığın eserin yapısına yönelik doğrudan doğruya çözümleme yaklaşımı olmalıdır, ancak bu yöntem de tahlilin terkibe dönüştüğü noktada faaliyetine başlar. Sözgelimi Roman İngarden’in Tabakalar Kuramı’ndaki ses, sözcük, cümle, cümle grupları ardından metni anlama faaliyeti başlar. Dilbilgisel düzenle birbirine eklemlenen kelimeler ilk anda okurda bir takım anlamlar çağrıştıracak, değişik soruların sorulmasını sağlayacaktır. Bu ilk aşamadır ve sesle, sözcüklerle, cümlelerle gelen tek tek ayrıntıları ve bu ayrıntıların bakış açılarını anlamlandırmak, esasen metinde dilbilgisel, biçimsel kısaca Yapısalcılık yönteminin faaliyet alanıdır ve lüzumudur.” (Genç, 206: 310-311)

Yoruma dayalı eleştiri yöntemi ise Okur’un bireysel konumuna, kişiliğine, beğenisine, okuma deneyimine yönelir. Metindeki anlam bütününe yönelmek, metnin bağlamını, anlam düzeyini, bu düzeyin derinliğini, içerdiği anlamları, bakış açılarını ele almak, eserin alılmama faaliyetinin esasıdır. Bu durumda her okunan ve anlaşılan metin okurun hayatına bir tecrübe katmaktadır. Okur, kendisini metindeki kişilerden birisiyle özdeşleştirecek yorum sürecine bu özellikleriyle girişecektir. Metindeki kurmaca hayat, okur bilincinde somutlaşırken onun hayatında bir anlam geçerliliği kazanacaktır. “Wolfgang Iser’e göre metinde yazar her şeyi söyleyemez ve ister istemez bir takım yerlerin doldurulması okura düşer. Yazarıj okura bıraktığı bu boşluklara “boş alan” ya da “belirsizlikler” diyoruz. Bunlar basitten karmaşığa, somuttan soyuta doğru çeşit çeşittir ve özellikle basit türden olanları okur farkında olmadan doldurur, gerekli ayrıntıları ekler.” (Moran, 2004: 242 ) Örneğin, “Hasan gece caddede yürürken vitrinleri seyrediyordu.” diye bir cümle okuduğumuzda bu vitrinlerin aydınlatılmış olduğunu düşünürüz. Yazar bunu söylememiştir ama biz bu boşluğu doldururuz. Böylece metnin bütünleşmesine katkıda bulunuruz. Okurun kendi çabasıyla anlamı tamamlaması ona estetik zevk sağlar. Bir eserde her şey hazır verilirse okura yapacak bir şey kalmaz ve okur metin karşısında sıkılabilir. Aynı zamanda metne bir anlam vermek olanaksızlaşırsa da okur umutsuzluğa kapılabilir ve metni bırakabilir. 20. yüzyıla yaklaştıkça romanlarda bu belirsizlik alanlarının artış gösterdiği gözlemlenmektedir. Okurun boş alanları metnin güdümüyle doldurmasına tek anlamdan ziyade çok anlamlılık da demek gerekir; çünkü edebi metinde tek anlamdan ziyade çok anlamlılık söz konusudur. Okur, metnin bütünüyle bir uyum içinde olursa, metin her çağda, her ortamda, her okura göre değişiklik gösteren anlam zenginliğine ulaşır. Metin izlenimci hatta keyfî bir yaklaşımla yorumlanmamalı, okur aklına gelen her şeyi metne yüklememeli, okurun hareket noktası edebi metnin iç etkileşimi sağlayan dilbilgisel düzeni olmalıdır.

“Öğrenme psikolojisi araştırmaları göstermiştir ki okuyucu, okuma sırasında kendisiyle metnin aransa bağ kurabildiği noktaları öncelikle kavrar ve bunları kendine özgü bir biçimde hazmeder. Yani okuyucu, her halûkarda okuma-algılama-değerlendirme sürecinde aktiftir. Sosyalizasyon sürecinde edinilen kalıplar, ahlaki, siyasi, estetik açıdan, okumada etkili olurlar. Bir ve aynı eser, ilgi alanı farklı okuyucular tarafından farklı algılanır, kendilerine hitap eden özellikleri öncelikle değerlendirilir.” (Aytaç, 2003: 257)

Metni keyfî yorumlamak, okur merkezli yöntemler için önemli bir problem durumundadır. Örneğin Mevlana’nın Mesnevî’sine 8. yüz yıl sonrası çağlarda çok sayıda Mesnevî şerhi yazılmıştır. Bu şerhler içinde Mesnevî’nin metnini temel alan ve klasik Şerh yöntemini kullanıp eserin anlam zenginliğini ortaya çıkaranlar olduğu gibi, keyfi bir tavırla sadece kendisinin yüklediği şahsi anlamlarını açıklayanlar da olmuştur.

Post-modern düşünürler, yazarın, eserin ve okurun rollerini değiştirmişler, okur ve metni daha önemli sayarak yazarı önemsizleştirmişlerdir. “Metin artık anlam taşıyıcısı bir birim değildir onlar için, yazar ise anlamın üreticisi olma özelliğini yitirmiş, kahraman/özne ortadan kalkmış, öykü ise anlamlı/bütünsel bir örgü olmaktan çıkmıştır. Onlara göre, metnin anlam alanı sonsuz bir devinim içindedir; okur ancak metinle karşılaştığı anlam anını dizginleyebilir; o da sonsuzluk içindeki anlardan yalnızca biridir.” (Hece, 2003: 261) Post-modern bağlamda anlam okur ile metin arasındaki etkileşimden doğar. Okur neredeyse metni tekrar yaratacak iktidara sahiptir.

Yöntemin Eleştirisi

Eseri ve yazarını merkez alan yöntemlere göre; Alılmama estetikçilerin önem veridği okur’un öznelliği nasıl test edecektir?, okur’un yorumlama ölçütü nedir?, soruları cevapsız kalmaktadır. Okur’u ölçüt almak, eserin ne olduğu ile ne yaptığının (işlevi) birbirine karıştırmaktır. Gürsel Aytaç, Alımlama estetiğinin, edebiyatın da ticarî oluşunun hesaba katılması sonucu meydana geldiğini, ayrıca ticarette müşteri’nin işlevini burada, zevkleri, anlayışı beklentisi ile alımlamacı’nın (okur/incelemeci) karşıladığını belirtmektedir. Alılmamacılar bu sorunu çözmek için Deneyci (ampirik) edebiyat bilimini kurmuşlardır.

Yoruma dayalı eleştiri yöntemi ile yazınsal bir metne yaklaşmak karmaşık bir iştir. Ancak Berna Moran’ın kitabından edindiğimiz Akşit Göktürk tarafından yapılan Sait Faik’in “Hişt, Hişt” adlı öyküsünün eleştirisini örnek olarak verebiliriz. Bunu yapmadan önce öyküyü okumakta yarar görüyoruz.

HİŞT, HİŞT

Yürüyordum. Yürüdükçe de açılıyordum. Evden kızgın çıkmıştım. Belki de tıraş bıçağına sinirlenmiştim. Olur, olur! Mutlak traş bıçağına sinirlenmiş olacağım. Otların yeşil olması, denizin mavi olması, gökyüzünün bulutsuz olması, pekala bir meseledir. Kim demiş mesele değildir, diye? Budalalık! Ya yağmur yağsaydı? Ya otların yeşili mor, ya denizin mavisi kırmızı olsaydı? Olsaydı o zaman mesele olurdu, işte. Çukulata renginde bir yaprak, çağla bademi renkli bir keçi gördüm. Birisi arkamdan:
-Hişt,dedi.
Dönüp baktım. Yolun kenarındaki daha boyunu posunu almamış taze devedikenleriyle karabaşlar erik lezzetinde bana baktılar. Dişlerim kamaştı. Yolda kimsecikler yoktu. Bir evin damını, uzakta uçan bir iki kuşu, yaprakların arasından denizi gördüm. Yoluma devam ederken:
-Hişt hişt, dedi.
Dönüp bakmak istedim. Belki de çok istediğim için dönüp bakamadım. Olabilir. Gökten bir kuş hişt hişt ederek geçmiştir. Arkamdan yılan, tosbağa, bir kirpi geçmiştir. Bir böcek vardır belki hişt hişt diyen. Hişt! dedi yine. Bu sefer belki de isteksizlikten dönüp baktım çalıların arasına birisi saklanıyormuş gibi geldi bana. Yolun kenarına oturdum. Az ötemde bir eşek otluyor. Onun da rengi çağla bademi, ağzı, dişleri, kulakları boynu ne güzel. Otluyor. Otları adeta çatırdata çatırdata yiyor. Belki de bu çıtırtılı, çatırtılı sesi "hişt hişt" diye duymuşumdur. Eşeğin ot koparışının sesinden apayrı bir ses:
- Hişt hişt hişt, dedi.
Hani bazı kulağımızın dibinde çok tanıdığımız bir ses isminizi çağırıverir. Olur değil mi? Pek enderdir. Belki de kendi kafanızın içinden sizin sevdiğiniz, hatırladığınız bir ses, ses olmadan sizi çağırmıştır. Olabilir. Birdenbire güneşi, buluta benzemez garip ve sarı bir sis kapladı. Bir kirli el, çağla bademi eşeğin sırtından bir kumaş çekip aldı. Her zamanki kül rengi, yer yer havı dökülmüş eski mantosunu giydirdi eşeğe. Yola indim. İstediği kadar hişt desin. İsterse sahici sulu bir dost olsun. İsterse kimseler olmasın, kendi kendime kulağıma hişt hişt diyen bir divane olayım, ben, aldırmayacağım. Belki bir kuştur. Belki tosbağadır. Belki bir kirpidir. Belki de yakın denizden seslenen bir balık, bir canavardır. Karabataktır. Mihalaki kuşudur.
İyisi mi ben kendim hişt hişt derim. O zaman tamamı tamamına pek hişt hişt seslenişine benzemeyen, benzemesin diye uğraştığım bir mırıldanmadır, tutturdum. Birdenbire, önümde bir adamla bir kadın gördüm. Kalpazankaya yolunu sordular. Üstündesiniz dedim. Sanki yol hareket etti. Yürümediler. İki adımda benden uzaklaştılar. Koyunların arasına yüzükoyun uzanmış papazın oğlunu gördüm. Yüzünden aptal, çilli horoza benzer bir mahluk kalktı. Ağzının salyasını sildi. Kuzuyu bacaklarından tuttu. Kuzu ile yere yıkıldı. Kuzuyu burnundan öptü.
Papazın oğlu çirkin, aptal, otuzbirli bir yüzle baktı. Şimdi bir çiçek tarlasında idim. Bana hişt hişt diyen mutlak bir kuştu. Vardır böyle kuşlar. Cık cık demezler de hişt hişt derler. Kuştu kuş. Bir adam yer belliyordu. Belin demirine basıyor, kırmızıya çalan bir toprak altını, üste aktarıyordu.
- Merhaba hemşerim, dedi.
- Ooo! Merhaba! Dedim.
Tekrar işine daldı. Hişt hişt, dedim. Aldırmadı. Bir daha hişt, dedim. Yine aldırmadı. Hızlı hızlı hişt hişt hişt!
-Buyur beğim, dedi.
-Bir şey söylemedim, dedim.
Küçük parmağını kulağına soktu. Kaşıdı. Çıkarıp parmağına baktı. Belin sapına siler gibi yaptı.
- Hişt hişt, dedim.

Yüzünü göğe kaldırdı. Kuşlara baktı. Denize baktı. Dönüp şüphe ile bana baktı.
- Bu sene enginarlar nasıl? Dedim.
- İyi değil, dedi.
- Baklayı ne zaman keseceksin?
- Daha ister, dedi.
Nefes alır gibi "hişt" dedim. Yine şüphe ile denize, şüphe ile göğe, şüphe ile bana
baktı.
- Kuşlar olmalı, dedim.
- Benim de kulağıma bir hışırtı gelir amma, dedi, ne taraftan gelir? Zati bu sırada şu kulağım ağırlaştı.
- Bir yıkatmalı, dedim, benim de geçenlerde ağırlaşmıştı...
- Yıkattın mı?
- Yıkatmadım, hacet kalmadı, doktora gittim. Alıverdi; pislikmiş.
- Çocuklar nasıl? diye sordum.
- İyiler, dedi. Dokuzdu sekiz kaldı. Biliyorsun dokuzuncusunun macerasını ya...
- Sus, sus, dedim. Yürekler acısı. Haydi allahaısmarladık!
- Haydi güle güle.
Biraz uzaklaşınca:
- Hişt hişt.
Bu sefer yakaladım. Bahçıvandı. Oydu oydu.
- Hadi hadi yakaladım bu sefer seni, dedim.
- Yok vallahi, dedi, vallahi daha kesmedim bakla, senden ne diye saklayayım, parasıyla değilmi?
- Sen değil misin hişt hişt diyen?
- Ben de duyarım bir ses, amma bulamam nereden gelir?
Nereden gelirse gelsin dağlardan, kuşlardan, denizden, insandan, ottan, böcekten,
çiçekten. Gelsin de nereden gelirse gelsin! Bir hişt sesi gelmedi mi fena. Geldikten sonra yaşasın çiçekler, böcekler, insanoğulları.

Hişt hişt!
Hişt hişt!
Hişt hişt!

Söz konusu öyküde, öykü kişisi kıra yürürken kulağına ikide bir “Hişt Hişt” diye bir ses gelir ve kişi bu sesin nereden gelebileceğini düşünerek yürüyüşüne devam eder. “Hişt” çağrısı acaba bir böceğin sesi mi? Bir yılan ya da bir tilki geçmiştir belki de. Bir kuş da olabilir, ya da rastladığı bahçıvan. Adam yol boyunca çeşitli olasılıkları geçirir aklından.

Akşit Göktürk öyküdeki yabancılaştırma ilkesinden söz ettikten sonra şöyle devam ediyor:

“Hişt!” diyen kim? Okurken, biz de öykü kişisiyle, sonra bahçıvanla birlikte, arıyoruz. Bu konuda metnin doğrudan doğruya ilettiği varsayımları izliyoruz. Arkadan seslenen biri mi? Devedikenleri, karabaşlar, yapraklar mı? “Kuş mu, yılan mı, tosbağa mı, kirpi mi?” Çalılar arkasına saklanan biri mi?Eşeğin otları yerken çıkardığı se mi “Hişt”? Öykü kişisinin düştüğü zihinsel bir yanılsama mı? Balık mı, canavar mı? Öykü kişisi kendi kendine mi “hişt” diyor boyuna? Bahçıvan mı? Papazın oğlu mu? Okumamız boyunca metnin sözcükleriyle bilincimizde uyandırılan bu soruların yanıtı hep açık kalıyor. Öykü kişisi için de öyle. Bir ara kendi kendine “hişt” demeye karar vermesi daha da karmaşıklaştırıyor durumu bizim için. Öyküdeki kişi sanki vazgeçiyor “hişt” diyeni aramaktan. Bahçıvanla söyleşirken bir anda işi şakaya vuruyor bu konuda. Metinde dile getirilen bir dizi varsayımdan bir çıkarsama yapma işi okura kalıyor. Her yeni varsayım bir yanılsamaya dönüşürken arada hep işitiliyor “hişt” sesi. Varsayımların çok yönlülüğü ilgiyle okutuyor bize metni. Bunca varsayımın aracılığıyla iletilen yazar amacını, yaratıcının ön-yönelimini kestirmeye, parçalardan, bölük pörçük olasılıklardan bütünü kurmaya başladığımız an, gene algı alışkanlıklarımızın aksine, kimin seslendiğinin hiç de önemli olmadığını kavrıyoruz. Son tümcelerde de dayanak buluyor bu gözlemimiz. Bu aşamada, metnin nesnel varlığının ötesinde bütün anlamı kuşatmaya çabaladığımız an metnin bize üç kez daha art arda “hişt hişt” diyor. Okuma deneyimizin bu aşamasından sonra, bu metindeki yaşantının bizim kendi yaşantı dünyamıza yansıtılmasına sıra geliyor. Kim diyorsa diyor, ama neden “hişt” diyor? sorusunun yanıtını aramamızla da son aşamasına geliyor anlamı kuşatma çabamız. Metnin bütününde doğadan bütün canlı çevreden nasıl esrik bir sevgiyle söz edildiğini anımsayarak “hişt” yaşama sevincinin ta kendisidir diyebiliyoruz sözgelişi. Metinle, dolayısıyla da yazarla bir şeyi paylaşıyoruz. Biz de işitiyoruz “hişt” çağrısını. Metin, yeni bir deney eklemiş oluyor yaşamamıza. Metnin daha ilk anda seslenerek okuru içine çekiverdiği soru-yanıt zinciri bu deneyle noktalanıyor.

KÖPÜK

Oyun bitti ve her şey yerini buldu

Akşamla ebedi kızlar anne oldu

Aynalara bakma, aynalar fenalık

Denizi, sonsuz olanı düşün artık

Bir gün beni hatırlayabilirsin ancak

Güzelsem soyabilirsin çırılçıplak

Ordayım hep ben, orada, derinde,

Gemilerin ihtiyar köpüklerinde

Ahmet Muhip DIRANAS

İlk bakışta, şiirde üç temel anlıksal edim’i (mental act) ayırt etmek gerekiyor: Bakmak, Düşünmek, Hatırlamak. Bakmak’ın nesnesi ayna, Düşünmek’in nesnesi deniz, Hatırlamak’ın nesnesi de Ben (=Köpük)

Bakmak

Ayna

Düşünmek

Deniz

Hatırlamak

Ben (=Köpük)

Ayna

Sonlu

Deniz

Sonsuz




Bakmak

Düşünmek

Hatırlamak

Ayna

Deniz

Ben (=Köpük)



Ve

Ayna

Sonlu

Deniz

Sonsuz

“Köpük” şiirinde Ben (ya da ‘Bilinç’) Duree dolayımında Bellekle özdeşleşmektedir. Öyleyse;

KAYNAKÇA

Aytaç, Gürsel, Genel Edebiyat Bilimi, İstanbul, 2003.

Genç, İlhan, Edebiyat Bilimi Kuramlar-Akımlar-Yöntemler, İstanbul, 2006

Hece Dergisi, Eleştiri Özel Sayısı, Ankara, 2003

Moran, Berna, Edebiyat Kuramları ve Eleştiri, İstanbul, 2004